Çocukken hayal kurmak kolaydı, hele ki o hayallerin peşinden gidecek kadar cesur bir kalbin varsa. Benim hikâyem, sıradan bir evin salonunda başlayan, ama içinde çocukların kahkahalarının yankılandığı, kelimelerin, seslerin ve hayallerin şekil aldığı bir yolculuğun hikâyesi. Çocukluğumda evimize alınan tüplü televizyonun karton kutusu benim için sadece bir ambalaj değildi. O kutudan bir "televizyon" yaptım kendime. Makasla ekranını kestim, yanına boya kalemleriyle düğmeler çizdim. Ardından komşu çocuklarını topladım. Elimdeki İngilizce ders kitabındaki pasajları "haber" gibi okur, hava durumu sunar, hatta istek programları bile yapar en son yayını İstiklal Marşı okuyarak kapatırdım. Bu karton kutudan kurduğum dünyada hem sunucuydum hem yapımcı. Ama sadece eğlenmiyorduk, ben aynı zamanda öğrendiklerimi bildiklerimi onlara daaktarıyordum. Paylaşmanın, birlikte öğrenmenin tadını ilk kez o karton ekranın başında aldım. İlkokuldayken bir gün okul kütüphanesinde elime geçen bir kitap, hayal gücümde bambaşka bir kapı açtı. Geleneksel ve modern Türk tiyatrosunu anlatan bu kitapta, iki kardeşin mahallelerinde gölge oyunu yaparak çocuklara hikâyeler anlattığını ve bu işi öğretmek için küçük kurslar düzenlediğini okudum. O hikâyeden çok etkilendim. Hemen ben de kendi "program" içeriklerimi aynı o kitaptaki gibi birkursla komşu çocuklarına öğretmeye başladım. Cuma günleri okul çıkışı lojmanın bahçesindeki elma ağacının altında onları toplar, nasıl haber sunabileceklerini, hikâye anlatabileceklerin okulda ezberlediğimiz şiirleri nasıl bir vurgu ile okumaları gerektiğini konuşurduk. O elma ağacı altında çocukça ama bir o kadar da samimi bir küçük okul kurmuştum. Ama belki de tüm bu hayal gücünün ve paylaşma tutkusunun temeli, daha da eskiye, köydeki büyük dedemin ahşap konağına dayanıyordu. Yazları gittiğimiz o köyde, büyük dedemin yaptırdığı ikikatlı o güzelim konak, köyde okul olmadığı için "mektep evi" ne dönüştürülmüş. En büyük oda, köy çocuklarının eğitim alması için ayrılmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında, öğrenmeye susamış çocuklar için açılmış birkapıydı orası. Babam öğretmendi ve her yaz bizi köye yazı köyde dedemlerle birlikte geçirmek için bu mektep evine götürürdü. Evin salonunda kurulmuş büyük bir salıncak vardı. Yaz akşamları salıncağa binmek için bir kuralımız vardı: hikâye anlatmadan kimse salıncağa binemezdi. Büyük ailedeki bütün torunlar, salıncağa kurulmadan önce bir hikâye anlatmalıydı. Ençok beğenilen hikâyeyi anlatan, ikinci bir kez sallanma hakkı kazanırdı. Böylece kelimelerle oyunlar kurmayı, anlatmayı, dinlemeyi öğrendik. Mektep evi, sadece bir yer değil, bizim için bir ruhtu. Saklambaç oynarken bile"mektep evi"ne sığınırdık. Bir şey kaybolduğunda "mektep evine bakalım" derdik. O evin duvarlarında, çocukların sesi, dedemin idealleri, babamın öğretmenliği ve bizim hayallerimiz yankılanırdı. İşte şimdi kurduğum bu dijital akademi, aslında o karton televizyon kutusunun, elma ağacının gölgesinde ki sohbetlerin ve mektep evinin ruhunun bir yansıması. Her bir kursiyer, tıpkı o eski yaz akşamlarında salıncağa binmek isteyen çocuklar gibi, önce hikâyesini anlatıyor. Sesini buluyor, kelimelerini seçiyor, kendini ifade ediyor. Bu akademi, sadece konuşmayı değil, sesin gücünü, kelimenin etkisini, bedenin anlatımını keşfetmek için bir yolculuk. Ama en çok da paylaşmak için. Çünkü biliyorum ki, anlatılan her hikâye, bir başka çocuğun,bir başka gencin, bir başka hayalin mektep evine dönüşebilir..